31 Mayıs 2017 Çarşamba

Macera Dolu Bir Yolculuk

32 yaşında olup doğduğu şehirden en fazla 1 haftalığına ayrılıp ( o da şehir değiştirmek değil, Çeşme'ye teyzemlere gidip tatil yapmak baabında hani) geri döndüğünde evine aşkla bakan bir insan olarak, çoluk çocuk toplanıp 3 aylığına İtalya'da yaşamaya gittik. Yaşamaya diyorum çünkü çoğu kişi tatil olduğunu düşünüyor. Oktay'ın hocası ile çalışma münasebeti dolayısıyla aile birliği ve bütünlüğü adına böyle bir karar aldık ve hep birlikte bu macerayı deneyimledik. Hayatımız boyunca unutamayacağımız kıymetli zamanlar oldu, çok güzel anılar biriktirdik, medeniyete şahitlik yaptık ve 3 ay sevdiklerimizden, korna sesinden, gürültü ve şehir kirliliğinden uzak, izole bir hayat yaşadık. 
Çeşitli anılarımı kalıcı olması için ara ara buraya karalayacağım ama bugün asıl bahsetmek istediğim Alitalia'nın bizi soktuğu korkunç durum ve kabus gece!
12 saatlik 2 aktarmalı bir uçuştan sonra akşam saatlerinde Pisa'ya vardık. Uçaktan indik, gümrükten geçtik ve valizleri beklemeye koyulduk. Bizimle birlikte uçaktan inen herkes valizini alıp uzaklaşırken bizim valizler ortada yoktu. Kahverengi korkunç bir valiz 25. turunu atarken bizim sevimli bebek mavisi valizlerimiz gelmiyordu. Aklımıza gelen başımıza gelmişti. Valizler Roma'da kalmıştı!!! Yanımdaki çantada sadece Yağmur'un yedek kıyafetleri ve 1 adet bebek bezi kalmıştı. 3 gün kakasını yapmayan Yağmur 4 saatte 2 kez kakasını yapmıştı ve yanıma aldığım 5 bezden sadece 1 tane kalmıştı. Açık hiç bir yer yoktu. Sadece hava alanı içinde bir eczane. Peki ya kıyafetler ne olacaktı?? ya üstüne bir şey dökülürse, gece bir kaza olursa bez sızdırırsa ne yapacaktım? Neyse dedik vardır bir hayır, Oktay bizi evde karşılayacak olan hocasına durumu anlattı ve sağolsun bize bir paket bebek bezi ile ıslak mendili evin yakınlarındaki bir marketten temin etti. Yağmur için sorunu çözmüş görünüyorduk. Biz de gün boyu üstümüzdeki kot pantolon ve kazaklarla geceyi geçirebilirdik, sorun yoktu. 
Fakat eve geldiğimizde evin 1 aydır boş olduğunu, hocaya kombiyi çalıştırmasını rica etmeyi unuttuğumuzu fark ettik. İtalya'daki evleri bilirsiniz. Çoğu tarihi eser gibidir. Taş duvarlar, taş zemin, coğrafi konum gereği ıslak bir zemin ve mevsim itibari ile ıslak dış duvarlar.. Evin içi sokaktan daha soğuktu!!! Üstümüze giyebileceğimiz 1 hırka bile yoktu. Dahası Yağmur'un uyku tulumu valizde kalmıştı. Çok açılan bir çocuk olduğu için her zaman uyku tulumu ile uyur. Üzerindeki kıyafetler uyumak için müsaitti ama normal bir oda sıcaklığında ise!!  Delirmek üzereydim ve düşünemiyordum. Valizlerimiz kayıptı. 3 ay orada yaşayacaktık ve ertesi gün valizlerimize sağ salim kavuşacağımızı bile bilmeden girdiğimiz evin içi 12 derece vardı ya da yoktu. Evin sahibi bize battaniye ve yorgan bırakmış ama çarşaflarımız da valizin içinde olduğu için yatağa öylece uzanmak zorunda kaldık. Yağmura ne kadar sıkı sarıldığımı anlatamam, garibim yorgunluktan hemen uyudu, yedek kıyafetlerini de var olanların üzerine giydirdim ama burnu, yanakları buz gibiydi. Oktay evdeki bütün çarşaf, yorgan, battaniye ne varsa hepsini Yağmurla benim üzerime attı ve kendisi montuyla yattı. Sabah bana söylediği şeyi hayatım boyunca unutamam muhtemelen, "aile reisi olduğumu tam anlamıyla dün gece hissetttim" sabaha kadar titremiş canımın canı... Allaha çok şükür ki hasta olmadık. O gece hissettiklerimizi ömrümüz boyunca unutamayız, dilini bilmediğimiz bir ülkede, yabancı ve buz gibi soğuk bir evde, eşyasız, yanımızda bir çorap bile yokken çarşıya çırılçıplak çıkmış gibi hissediyorsunuz. Üşüyorsunuz ve güvende hissetmiyorsunuz. İkimiz olsak belki daha az etkilenirdik ama yanımızda 2 yaşında kızımız varken ve yedek bezi bile yokken durum hiç de kolay olmuyor. 
Bu da burada bir anı olarak dursun istedim. :) 
Sevgiler. 

28 Mayıs 2017 Pazar

Medici Ailesi

Çok eski zamanlardan beri müze gezmeye bayılırım. Evden tek başıma çıkıp, Damlacık Yokuşundan sallanıp Arkeoloji Müzesini ve Etnografya Müzesini defalarca gezmişliğim vardır. Tarih dersi ile aram pek olmadı ama tarihten kalanları, korunanları hep sevmişimdir, hep ilgimi çekmiştir. Eski evler de keza öyle.
Hal böyle olunca, Pisa'da 3 ay yaşama fırsatı elimize geçmişken tarihin bu kadar muhafaza edildiği bir ülkede, yürüme mesafesinde yolumun üstündeki onlarca müzeyi gezmesem olmazdı.
Tek tek hepsine bloğumda yer vermek istiyorum ama buna içlerinde en çok etkilendiğim Museo Nazionale di Palazzo Reale ile başlamak istiyorum. Arno Nehri kenarına inşa edilmiş, dışı mütevazi ama için ihtişamlı bu yapı, Floransa'nın önde gelen zengin ailelerinden Mediciler tarafından inşa edilmiş ve bir dönem yazlık saray olarak kullanılmıştır.
Kökenleri 12. yüzyılın sonlarına kadar uzanan Medici Ailesi geçimlerini bankacılık ve ticaret ile sağlamışlar. Şehrin diğer zenginlerinin aksine, politikada sol bir tutum takınarak geçim darlığı olanlara destek verir şekilde davranmışlardır. Servetlerinin çok önemli bir bölümünü hayır işlerine harcamışlar; sanat ve edebiyata da büyük destek vermişlerdir. Ayrıca Floransa  bugün bu kadar sanat yönünden zengin olmasını da Medici Ailesine borçludur. Çünkü ailenin son mensuplarından Anna Maria Luisa ailenin yüzlerce yıl boyunca biriktirdiği,  sahip olduğu sanat eserlerinin bir tanesinin bile Floransa dışına çıkmasını yasaklamıştır.
Medici Ailesi, Michelangelo ve Leonardo da Vinci gibi ünlü ressamları koruması altına almış, saraylarında yaşamalarına izin vererek onlara atölye imkanı sunmuş ve sanat üretmelerine olanak tanımıştır.
İtalyanca dilini kullandığı için her zaman Dante'den övgüyle bahsetmiş, Platon'un eserlerini Yunanca'dan Latince'ye çevirtmişlerdir. Homeros'un tüm eserlerinin ise yazılı hale getirilmesine öncülük etmişlerdir.
Bu bilgilerin pek çoğu bana verilen broşürde yazıyordu eminim ama İtalyanca olduğu için hiç bir şey anlayamadım elbette.. Fakat sarayın görkeminden çok etkilendim ve bu kadar güzel tabloları, tabloları yapan ressamlara ilham veren ailenin kim olduğunu çok araştırdım. Yukarıdaki bilgilere ulaştım.
Ayrıca müze görevlileri bugüne kadar gördüğüm en sıcakkanlı ve yardımsever görevlilerdi. Palazzo Blu'daki suratsız ve küstah kadından dolayı çok istediğim bir sergiyi gezemedim ne yazık ki.. Ama bunlar yanımda küçük çocuk olduğu için müze giriş ücretini almaya bile çekindiler ve çok yardımcı oldular.
Aile bir de yapım şirketine ilham olmuş olacak ki, bir de dizi yapmışlar: Medici: Masters of Florence
Sarayın mimarisinden de biraz bahsetmek istiyorum orta çağ yapılarının hemen hemen hepsinde olduğu gibi yüksek tavanlı bir bina, iki kata ayrılmış. Sizi devasa, iki kanatlı oymalı bir kapı karşılıyor. Binanın içine girdikten sonra sağ taraftan avluya çıkılıyor ve her an gösterişli düşesleri baloya götürmeye hazır gibi duran heybetli bir at arabası orada hazır konumda bekliyor. Sol tarafa yöneldiğinizde iç içe geçmiş odalar ve merdivenler var alt kattaki odaların, evin yardımcıları için hazırlanmış olduğunu düşünüyorum, ya da mutfak kiler gibi kullanım amaçları olabilir. Çünkü üst kattakilere nazaran daha gösterişsiz, küçük ve basıklar. Üst kata çıktığınızda ise binanın doğu tarafına bakan tüm salonları Arno Nehri ile göz göze, diz dize adeta!!! Her bir salon özenle seçilmiş, uyumlu mobilyalar, dore işlemeli kanepeler, devasa saatler, sırrı dökülmüş yüksek, oymalı aynalarla dolu. Dönem kadınlarının giydikleri kıyafetleri de sergilemeyi ihmal etmemişler.
Her salonda, diğer salona açılan bir kapı mevcut ve her yeni salona girdiğinizde tuhaf bir ürperti ile karışık tablolardan sizi izleyen onlarca çift göz eşliğinde dolaşıyorsunuz. Tablolar ailenin mensuplarına ait. Bebeklerinden, din adamlarına, şövalyelerinden, gösterişli dolgun kadınlarına kadar sanıyorum ki tüm soy ağacının yağlı boya portreleri duvarlarda asılıydı.
En çok keyif aldığım şey ise, ülkemizdeki güvensizliğin aksine,  mobilyaların önüne kırmızı kadifeden şerit gererek dokunmayı engellememişler. Yüzlerce yıl önce şehrin aileleri tarafından kullanılan koltuklara, kim bilir hangi davetlere, tartışmalara, kutlamalara tanıklık etmiş olan yemek masasına, akreple yelkovanın acaba hangi buluşmalar için koşturduğu ahşap saatlere, kadınların güzelliklerini izlerken, belki kendi kendine konuşup gözyaşı dökerken baktığı aynalara, şamdanlara,  hepsine usulca dokundum. Bu his inanılmazdı. Tekrar yaşamayı çok ama çok isterim.
Daha bir bu kadar yazarım ama biraz da fotoğraflar konuşsun istiyorum ve sizi Medici Ailesi ile baş başa bırakıyorum :) iyi seyirler.






















27 Mayıs 2017 Cumartesi

Viyana Gezisi Notları

Aslında bu postu çok daha önceden yazmam gerekiyordu ama savsaklamanın da ötesine geçtim sanırım..
Geçen sene Ağustos ayı sonunda eşimin bir konferans katılımı nedeniyle Budapeşte ve Viyana gezilerini gerçekleştirmiştik. Budapeşte maceramızdan uzun uzun bahsetmiştim. Ancak Viyana'yı sonraya bıraktım. Ayrı bir yazıda yer vermek istedim.
Budapeşte'den Viyana'ya trenle geçtik. Yaklaşık 3,5 -  4 saatlik bir tren yolcuğundan sonra Viyana'ya ulaştık. Kaldığımız evi airbnb'den kiraladık ve tren istasyonuna 5 dk yürüme mesafesindeydi. Gitmek istediğimiz her yere metro ile kısa zamanda ulaşabileceğimiz şekilde 1 günlük bir program yaptık. İlk akşam birer kahve içip evimize yerleştik. Ertesi gün uzun bir gün bizi bekliyordu. Viyana  için sadece 1 gün ayırmıştık, dolu dolu geçmeliydi :)
"Kiss"
Sabah erkenden kalkıp kahvaltımızı yaptık. Öncelikle yürüyerek Klimt'in en önemli eserlerinden olan "Kiss" tablosunun orjinalinin bulunduğu Belvedere Palace Museum'a gittik. Müze çok büyük bir arazi üzerine kurulu. Yemyeşil çimlendirilmiş bahçesinde onlarca heykel sizi karşılıyor. Müze bahçenin sol tarafında kalıyor.

Belvedere Sarayı Bahçesi

Bizim çok az zamanımız olduğu için ve şehrin merkezini, Tuna nehrini, caddeleri görmek adına içeri girmedik. "Kiss" içimde kalmadı değil ama belki tekrar uzuun bir tatil nasip olur :)

Yaklaşık 40 dk sonra metroya ulaştık ve şehrin merkezine, yüzlerce ünlü markanın taçlandırdığı caddelere adım attık. Önce Starbuck's ta kahvelerimizi içtik ve  açık hava müzesi gibi caddeler, yerel kıyafetleri ile fayton başında bekleyen faytoncular, tertemiz sokaklar, ışıl ışıl mağazalar bizi karşıladı.  Birbirinden büyük saraylar ve bahçeler şehrin dört bir yanını sarıyor. Gerçekten çok ihtişamlı ve büyüleyici bir atmosferi var. Buram buram tarih kokuyor her yer. Bir de çok fazla Türk var. Mesela evin altında bir dönerci ve evin hemen karşı çaprazında başka bir kebapçı ayrıca yine aynı sokakta 50 metre kadar ileride kahvaltı, börek ve çay bulabileceğiniz içeride bangır bangır Tarkan çalan bir mekan var (mekanın adı Le Bakery).


Önce kaldığımız yerin bir Türk mahallesi olduğunu düşündük ama metroda, caddelerde, restoranlarda her yerde mutlaka Türkçe konuşan birilerine denk geliyorsunuz.
Budapeşte'de ki forint karmaşasından sonra euro kullanmak daha basit geldi. En azından çikolata için 1000 li rakamlar ödemedik :D
Oldukça seferi bir gündü ve evden sabah çıkıp gece gireceğimiz için  hazırlıklı ve rahattım. Ona rağmen yağmura yakalanınca panikleyip bebek arabasının üzerine yağmurluk geçireceğim derken kapaklanıp arabanın üstüne düştüm ve araba Yağmur'da içindeyken katlandı!!!! Allaha çok şükür bir kaza olmadı ama çok korktum. Yağmur'da neye uğradığını şaşırdı tabi bir anda yolda ilerlerken yavrum katlanınca.
Metro ile ulaşım sağladığımız ve zamanımızın çok büyük bölümünü geçirdiğimiz Stephanplatz'da tarihi Aziz Stephan katedrali var. Birbirine bağlı bir sürü sokaktan oluşan semtte Gucci, Louis Vuitton, Victoria's Secret, Rolex, Prada, Massimo Dutti ve daha aklıma gelmeyen pek çok markanın mağazaları mevcut. Ayrıca meşhur Viyana Snitzelini de burada tadabilirsiniz.  Oktay sürekli nehir tarafına geçmek istiyordu ama ben Stephanplatz'tan o kadar etkilenmiştim ki, sürekli şu sokağa da bakalım, buraya da bakalım demekten sonradan  aynı yerlerden 2-3 defa geçtiğimizi fark ettik. Fakat her geçişimizde sokağın dinamiği değiştiğinden ve gözlemleyecek şeylerin çokluğundan sanırım, sonradan fark ettik tekrarladığımızı. En azından ben kendi adıma söylebilirim ki, öyle oldu :)





Stephanplatz'tan istemeden de olsa ayrıldık ve yürümeye başladık. Sanırım geçmiş çağlarda Viyana'da yaşamış herkes saraylıydı. O kadar çok saray var ki! Yürüyerek kendimizi İngiliz Stilinde peyzaj edilmiş uçsuz bucaksız bahçesi ile yapımı 16. yy a uzanan Schönbrunn sarayında bulduk. Sarayın içinde 1400 oda bulunuyor.. Bahçesinde genç yaşlı demeden herkesin çimlere uzanıp bira içtiği bu güzel yere biz de ayak uydurduk ve Yağmur arabasında şekerleme yaparken marketten aldığımız biraları yudumladık, güvercinleri cipsle besledik :)
Akşama doğru da metroya binip Tuna nehrine indik, nehir kenarında turladık. Bu tarafa gelmek istemediğim kadar varmış, nehrin ihtişamı dışında pek bir numara yoktu, vakit kaybetmeden Stephanplatz'a geri döndük ve bugüne kadar yediğim en leziz snitzelin tadına baktık. Öyle ki, bir tanesi kocaman bir tabak boyunda, asla bitiremiyorsunuz. Viyana'da fiyat-performans olarak bizden tam puan alan en birinci şey bu güzel yemek oldu, şayet gerçekten pahalı bir şehir.
Bu yorgun üçlü gece evine vardığında oldukça geçti ve daha toparlanması gereken valizler, ertesi güne hazır edilmesi gereken bebek yemekleri, temiz bırakılması gereken bir ev vardı. Yağmur'u uyuttuktan sonra hepsi halledilip sabah direk Viyana-İzmir uçağı ile evimize döndük.
Özetle Viyana;
Çok ihtişamlı bir şehir,
Kendinizi yabancı hissetmiyorsunuz, çok fazla Türk var
Gıda alışverişleri çok zor. Etiketlerden hiç bir şey anlaşılmıyor, asla İngilizce açıklama yok. Süt yerine kefir almışım...
Pahalı
Metro ile ulaşım çok rahat, düz ayak bir şehir
Saray ve müze cenneti
Mutlaka şemsiye ile dolaşın, yağmur hep kapıda
Snitzel yiyin
Vaktiniz varsa devlet opera binasında bir programa katılın, opera şehrinde opera izlemek bir ayrıcalık
Bira sudan daha ucuz
Su alacaksanız gazsız olanlarını tercih edin, Avrupa'daki gazlı/gazsız su olayını hala anlayabilmiş değilim.


© Sağanak Yağışlı Blog Template designed by Juvmom - Sesukamu