15 Ekim 2016 Cumartesi

Bebeli Gezi Notları - Budapeşte

Aslında artık bebek değil, yavaş yavaş çocukluğa adım atmakta olan minik bir prenses o. Fakat seyahat tarihimizde henüz 2 yaşını doldurmamış olduğu için "bebek" sınıfında uçtu, yani kucağımda ek bir kemer aparatı ile birlikte :) Yağmur'un ilk uçak yolcuğu idi, bizim de bir aile olarak ilkti aslında. Yükseklik ve hız korkuma rağmen Oktay'ın telkinleri ve kucağımda çocuğum olduğu için sakin olmam gerektiğinden korktuğum kadar kötü olmadı. Havalanmadan önce pistteki hızlanma biraz iç gıcıklayıcı olsa da, Yağmur'un uçakta sevimli tavırları, elindeki (hayat kurtarıcı) stickerları koltuklara, camlara, güneşliklere yapıştırması, uçuşun 10. dakikasından sonra kucağımda uyuya kalması derken İstanbul aktarmalı Budapeşte uçuşumuzu yaklaşık 4-4.5 saatte tamamladık. İstanbul'da gümrükten geçerken gri hizmet pasaportlulara özel damga pulu ve çeşitli saçma bürokratik uygulamalar nedeni ile de az kalsın uçağı kaçırıyorduk. Elimizde bebek arabası ile oradan oraya koşuşup duran iki deli gibi kan ter içinde koltuklarımıza oturabildik.
Bebekli uçak yolculuğu yapacaklara tavsiyem, gittikleri yere bebek arabalarını da yanlarında taşısınlar. Biz gidiş THY; dönüşü Pegasus ile yaptık. Her ikisinde de uçağın dibine kadar bebek arabası ile geldik, binmeden önce görevliler sizden bebek arabsını alıp uçağın altındaki bagaja yerleştiriyorlar. İndiğinizde de hemen veriyorlar. Aynı uygulama engelli ve yaşlı vatandaşların tekerlekli sandalyeleri için de geçerli. Aklınızda bulunsun.
Budapeşte'ye indiğimizde bizi Oktay'ın internetten rezervasyon yaptırdığı taksi karşıladı. Bu arada taksi ve otobüs şoförleri arasında çok fazla bayan şoför var. Mesela bizi karşılayan taksi şoförü de bir bayandı. Arabanın içi mis gibi parfüm kokuyordu ve tertemizdi :) Binmeden önce bebek koltuğunu bagajdan çıkardı ve Yağmur'u oturttuk. Yarım saat gibi bir süre içinde evimizin bulunduğu Buda tarafındaki kale içine gelmiştik.
Evimiz diyorum, çünkü gerçek bir evdi. Hem Oktay'ın konferansının olduğu otele yakın mesafe oluşu, hem de içinde mutfak bulunması nedeniyle booking.com'dan Oktay bu evi kiraladı. Memnun kalmak yerine aşık olduk mesela biz. Keşke bizim olsa dedik, keşke burada yaşasak dedik. Tarihi bina, kapı, pencere manyaklığım olduğu için burada 3 gece kalmak benim için yapılabilecek en güzel şeylerden biriydi. Buda tarafındaki binaların, kendimizinki de dahil olmak üzere pek çoğunda "Müemlek" yazısı görüyorduk. Çok merak ettik hatta Memlüklüler tarafından inşa edilmiş olabileceklerini bile düşündük :) :) :) Meğer "tarihi" demekmiş.
Yağmur'un evin içinde en sevdiği alan mutfak oldu. Onun yemeklerini hazırlarken mutfak masasında stickerları, boya kalemleri ve tablet ile baya keyifli zamanlar geçirdiğini söyleyebilirim.
Evin hemen yanında bulunan Prima'dan (bizdeki Migros gibi) taze sebze, meyve hatta kavanoz maması bile bulabildim. En çok korktuğum yemek sorunsalını çok kolay ve hatta zevkli bir şekilde atlattığımızı söyleyebilirim. Oktay'ın konfreransa erken gideceği günlerde mutfakta çay demleyip, omlet ve taze ekmeklerle leziz kahvaltılar yaptık. Hatta Budapeşte'de kahvaltıya hiç ektsra masraf yapmadık.
İlk gece keşif amaçlı dışarı çıktık. Karnımız çok aç olduğundan önce yiyecek bir şeyler bulmaya çalıştık. Çalıştık diyorum çünkü Buda tarafında hayat 20:00 sularında duruyor. Açık tobacco shop, market, cafe hiçbir şey bulamadık. Açık bulduğumuz iki restorandan biri İtalyan restoranı idi, zaten konferanstan çıkan ve karnı acıkan hemen hemen herkes buraya gelmişti. Biz daha sakin olan çay bahçesi kıvamında ve mutfağından mis gibi sucuk kokuları geleni tercih ettik. Aklımıza ilk gelen ve en leziz görünen Handog'tan sipariş verdik. O kadar acıkmışız ki, oktay benim tabağımı bıraktı arkasını döner dönmez kocaman bir ısırık aldım. Aman Allahım yok böyle bir lezzet! Tatlımsı bir et, sulu sulu ve nefis. Bir an Oktay ile göz göze geldik. Lan!!! Domuz eti! Adamlara sorduk evet domuz eti. Ağzımda nefis lokmam ve kafamda deli sorularla yutkundum. Sonrasında çok aç olmama rağmen devam etmek istemedim. Languş  denilen pişiyi andıran, üzerinde krema ve lahana turşusu olan kocaman bir hamur kızartması yedim. Oktay domuzcuğu mideye indirdi elbette :)
Sonrasında kale içi ve Mathias Kilisesi civarında biraz turladık ve eve dönüp yattık.
İkinci gün sabah erkenden Oktay konferansa gitti. Biz de Yağmur ile kahvaltı yaptıktan sonra etrafı keşfe çıktık. Bir önceki gün karanlıkta gezdiğimiz sokaklarda turladık, kilise civarında Yağmur'un fotoğraflarını çektim, parka gidip güvercin kovaladık. Dolu dolu geçen saatlerden sonra eve dönüp Yağmur'u uyuttum. Akşam üzeri Oktay geldikten sonra kiliseyi gezmeye karar verdik, evimiz Aziz Mathias Kilisesi'nin hemen karşısındaydı. Öğle saatlerinde ezan sesi gibi çan sesi duyuyorduk. Çok kutsal ve ruhani bir ortam tahmin edileceği üzere. Daha önce hiç bu kadar büyük bir kilise gezmemiştim. Zaten topu topu 2 tane gezdim :D en büyüğü buydu :)) Kilise gezimizden sonra kale içinde balıkçı burcunun hemen yanında, Tuna Nehri ve Parlamento Binasına karşı biralarımızı yudumladık ve otobüsle Peşte tarafına geçtik. Hayat buradaymış meğerse. Alabildiğine kalabalık, genç, yaşlı, çoluk, çocuk sokaklara dökülmüş. Tanıdık markaların hepsi bizi bir bir karşıladı :) KFC, Hard Rock Cafe vs hepsi buraya konuçlanmış. İlk günki domuzcuk maceramızdan sonra ikinci gün tavuk yemeyi tercih ettik :) Sonrasında kahvelerimizi yudumlayıp Tuna Nehri kenarında gezdik, dolaştık.
Budapeşte'de üçüncü ve son dolu dolu geçirebileceğimiz gün ise;  sabahtan Buda tarafında aynı yerlerde turladık, ara sokaklara girdik, keşfetmediğimiz hiç bir yer kalmasın istiyorduk. Bu sıralarda Yağmur genellikle arabasından insanları ve etrafı seyretti, stickerları ile haşır neşir oldu Huysuzluk yapmadı mı? Elbette yaptı. Çocuk en nihayetinde, mesela gezerken sesi çıkmıyordu ama bir mekana oturduktan sonra huysuzlanmaya başlıyordu. Burada da boya kalemleri, yapışkan çıkartmalar, masadaki peçetelikler, etraftaki değişik insanlarla oyalamaya çalıştık. Allaha çok şükür ki çok büyük bir sıkıntı çıkarmadı bize.  Öğle uykusuna yine eve geldikten sonra akşam tekrar yola revan olup Peşte tarafına geçtik. Bu kez farklı bir durakta inip Parlamento Binası ve sahil boyundan yürüyüp Peşte merkeze geldik. Ayaklarımıza kara sular inene kadar yürüdük. Yemek molasından sonra etrafı biraz daha turlayıp kahvelerimizi içtik. Son gün en çok dikkatimi çeken ayrıntı Parlamento Binasının bahçesinde, yer altı müzesine inen merdivenlerin kenarlarındaki kurşun izleri oldu. Darbe zamanından kalma kurşun izlerini bile silmemişler. Danube Shoes'un başında ağlayan kadınlar da hafızamda derin bir yere kazındı. Adamlar tarihlerinin üstünü örtmek değil; ön plana çıkarmak, gelen turist ve yerel halkın yaşamının içinde yer vermek adına çok çaba sarfetmişler. Sonuç takdire şayen.

Budapeşte ile aklımda kalan önemli ayrıntıları sıralamak gerekirse;


  • Kızları çok güzel, hatta çok çok güzel
  • Tarih kokuyor memleket, hele Buda tarafı.. hala unutamıyoruz o atmosferi
  • Gulaş çorbası bir harika. Oktay sadece çorba ile akşam öğününü bitirdi. Siz düşünün :)
  • Hospital in the Rock Museum'a içindeki kanlı görüntü ve kalıntılar nedeniyle 8 yaş sınırı olduğu için giremedik, siz giderseniz mutlaka görün. Biz çok merak ettik. 
  • Labyrinth of Buda Castle'a aynı nedenden dolayı giremedik. Çok merdivenli ve karanlık bir labirent. Kral Mathias, bir efsaneye göre Kont Dracula'yı bu zindanlarda çürütmüş. 
  • Bira sudan ucuz, evet su ile aynı fiyata hatta daha ucuz bira bulabilmeniz mümkün. 
  • Toplu taşıma kullanacaksanız mutlaka günlük ya da haftalık bilet alın. İnternetten de satın alabiliyorsunuz. Çok daha hesaplı oluyor. 
  • Adım başı müze olan bir şehir Budapeşte. Biz çok fazla tercih etmedik. Yağmur çok küçük olduğu için kapalı mekanlarda uzun süre kalmak ve adapte olamadan bir çırpıda gezmek haksızlık olurdu. Bir dahaki sefere kızımız büyüdüğünde hep birlikte tadını çıkarmaya karar vererek açık havanın bol bol tadını çıkardık. 
  • Forint'e alışmak güç oldu. Yağmur için sorduğum bir oyuncağa kadın 15.000 forint dedi. Başıma ağrılar girdi hesaplayamadım :) sonra yaklaşık 15 lira olduğunu öğrenince epey güldüm. 
  • Sigara bulmak çok zor. Vitrini, şeffaf camı, reklamı dahi olmayan minik tobacco shoplarda satılıyor. Alkolün su gibi gittiği bir yerde bu kadar zor sigara bulunması düşündürücü. 
  • Yayalara karşı çok saygılılar. Özellikle bebek arabalı olanlara karşı. Yaya geçidine adımımızı attığımız anda karşıdan gelen araba size 3-4 metre kala duruyor. İlk gün bize mi durdu acaba diye baya bakıştık Oktay'la sonra alıştık :)
  • Toplu taşıma aracına bebek arabası ile bindiyseniz bebek arabası yerinde yayalar uyukluyor taklidi yapmıyor. Derhal yer veriyorlar ve bunu yaparken çok nazikler. 
  • Marketlerde iki çeşit su satılıyor. Gazlı ve gazsız. Gazsız olanını alın, bizimkine daha yakın. 
  • Yanınızda mümkünse bir sözlük götürün. Zira hiç bir yerde İngilizce kullanmıyorlar yazılı olarak. Menüleri bile Macarca/Almanca hazırlanmış. Süpermarkette yarım saat labne peyniri aradık, süt yerine de kefir gibi ekşi iğrenç bir şey almışız anlayamadığımız için. 
  • Exchange büroları ile pazarlık yapın. Biz son gün keşfettik baya kazıklanmışız :D
Aklıma gelenler bunlar. Bir sonraki yazımda Viyana seyahatini anlatacağım. Aşağıda gezimizden, kaldığımız evden bazı karelere yer verdim. İyi seyirler :)










































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

© Sağanak Yağışlı Blog Template designed by Juvmom - Sesukamu